21 Mart 2008 Cuma

HKPCG – 18 Büyükada ve Mimozalar

9 Mart Pazar günü Bostancı Adalar İskelesinde buluştuk (Serpil, Arzu, ben Volkan ve Ezgisu), vapurun kalkmasına epey vakit vardı, yan tarafta çay-simitle kahvaltımızı yaptık. Simitlerimiz göründüğü kadar güzel değildi, kalan parçaları vapurda martılara atarız dedik, öyle de yaptık. Ben daha iskeleye gelmeden yol üstünde bir mimoza ağacı görmüş ve fotoğrafını çekmiştim bile. Ne olur ne olmaz dedim, adada mimoza falan görmeyiz garantiye alalım.

Bundan 4-5 sene evvel gene mimoza zamanı Nesrin'le adaya gitmiştik. Tüm ada gezileri gibi çok güzeldi, birlikte iyi vakit geçirmiştik geçirmesine ama üzerinde çiçeği olan bir mimoza ağacına denk gelememiş, dönüşte iskelede satılan mimozalardan satın almıştık. Büyük olasılıkla mimoza zamanının sonlarıydı ve satış amacıyla tüm mimozalar dalından koparılmıştı.

Ama bu kez öyle olmadı, mimozaları dalında gördük. Ne yazık ki gene büyük bir mimoza yoluşu ve satışı vardı. Kolunu kırdığı halde geziden kendini mahrum etmeyen Serpil'e küçük bir kız küçük bir mimoza demeti hediye etmek istedi. Elbette Serpil bu hediyeyi parasız kabul etmedi. Arkadaki yaşdaşları bu girişimci kızdan örnek almışlardır eminim. Mimozaya arz ve talep fazlaydı. Önceden olsa ben de birkaç sap çiçek yolardım ama bu sefer dalında görmek bana çok daha iyi geldi. Ama yerde bulduğum küçük bir mimozayı kulağımın arkasına sıkıştırıp fotoğrafımı çekmeyi de ihmal etmedim.

Büyükada'ya ayak basan hemen herkes fayton ve bisikletlerle Aya Yorgi Kilise ve Manastırı'na gidiyordu, orasının çok kalabalık olacağını düşünüp Dil Burnu'na kadar yürüyüp geri dönmeye karar verdik. Mine'de Dil Burnu'nda bize katıldı. Böylece ada ekibi tamamlandı. Büyükada meydanına geri döndüğümüzde akşam üzeri olmuştu bile ve kurt gibi acıkmıştık. Her lokanta doluydu, denize yakın masa bulmak imkansızdı.

Sonunda 2. oturduğumuz yerde karar kıldık ve balıklarımız gelene kadar masamızdaki zeytinyağını tabaklarımıza döküp ekmeklerimizi bandıra bandıra yiyerek açlığımızı yatıştırdık. Aslında ben dahil birkaçımız yatıştırmaktan öteye gitti, epey karnını doyurdu. Balıklarımız da güzeldi. İstanbul'a dönüş kalabalık olacağı için daha fazla oyalanmadan motora atlayıp Bostancı'ya geçtik. Tabi bu gezi bir seferlik değil, diğer mevsimlerde de adaların güzelliklerini birlikte yaşayacağız.

5 Mart 2008 Çarşamba

HKPCG – 17 Peyzaj ve Süs Bitkileri Fuarı

Geçen Cumartesi biraz limoniydim. Ufak bir soğuk algılığı ve nezle. Bu yüzden öncesinde HKPCG’nin birkaç müdavimine Peyzaj Fuarına geliyor musunuz diye hiç sormadım bile.


Kendim bile gideceğimden emin değildim. Volkan sabahtan bir karşıya geçme teşebbüsünde bulunmuş ama trafik yüzünden eve geri dönmüştü ve benim fuar gezime gelemeyeceğini söyledi. Ben ise burnumu çeke çeke “bu fuara gideceğim” dedim.

Yeni taşındığımız yerden çeşitli yönlere günün ve haftanın çeşitli saatlerinde ne kadar zamanda bir yerden bir yere ulaşılır tam kestiremiyorum, hoş artık İstanbul’un neresinde ne zaman trafik açık olur o da pek bilinemiyor. Sözü uzatmayalım saat 14:00’da bindim Taksim otobüsüne, 45 dak. sonra indim Harbiye’de 10 dak. yürüyüşle vardım, Lütfü Kırdar Fuar alanına. Şansım yaver gitmişti ama fuarda tek başımaydım. Bu sefer de böyle olsun dedim. Her zaman tek başına güzel bir yeri gezmeyi sevmişimdir. Burası da hayli güzeldi.

Fuar aslında benim gibi bireysel meraklılara yönelik değildi ama gene sanki ben alıcıymışım gibi fuarda koca saksılarda bulunan birkaç mimoza ve manolya ağacının fiyatını sormaktan geri kalmadım. Evdeki 3-5 çiçeğim için sulu gübre ile çeşitli çiçek tohumlarından aldım. Tohumları bu ay içinde ekeceğim Hazirana kadar çiçekler açmış olacak (umarım).

Alafranga’nın Kızıltoprak’taki yeni ofisine yakın Patika adlı seramik atölyesinin de fuarda standı vardı. Atölyenin işletmecisi iki hanım yaptıkları saksı ve bahçe süslerini sergiliyorlardı. Onlarla kısa bir sohbetten sonra fuarı bir kere daha turlayıp son birkaç fotoğrafımı da çekip dışarı çıktım.

O gün hava temiz ve güzeldi, en iyisi Taksim’e yürüyüp yeniden otobüse bineyim dedim. Bu sefer de şansım yaver gitti, otobüs kalkmak üzereyken bindim ve arkadaki tek boş koltuğa oturdum. Fuarda ücretsiz verdikleri Tema Vakfı'nın “bağbahçe” adlı dergisine bakarken yanımdaki yaşlıca bey “ziraatçı mısınız, hevesli misiniz?” diye sordu. “Hevesliyim” dedim ve sohbet başladı.


Meğer bu bey emekli ziraat mühendisiymiş, Erenköy’deki Tema Vakfı’nın gönüllüleri arasındaymış, o gün de vakfın gönüllüleriyle tiyatroya gelmişler, oradan dönüyormuş. Yol boyunca ziraattan, gübre ve sulamadan, kooperatifçilikten, İsrail’deki tarımdan, Bursa, Kumla’daki yazlığından, Türkiye’de tarımın durumundan ve daha pek çok şeyden konuştuk. Böyle rastlantı ve sohbetler insana ne kadar iyi geliyor. Kafam ağırlaşmış ve hafif hasta olarak evden çıkmıştım, kafam gene ağırdı ama kendi başıma güzel bir öğleden sonra geçirmiş olarak eve döndüm.